İstanbul’da Sergi Mevsimi

İstanbul’da sergi ve etkinlik mevsimi Ekim itibarıyla son hızıyla başladı. Ben de bu sergi coşkusuna tüm merakımla iştirak ediyorum. Geçtiğimiz haftalarda çok fazla sergi gezdim ve bunlardan instagram’da bahsettim. Instagram kullanıcı ismim eces blogu okuyup da beni takip etmeyen yoktur sanırım ama ben yine de söyleyeyim.

Bu yazıda gezdiğim üç sergiden bahsetmek istedim. Çünkü hepsi birbirinden güzeldi ve postlar arasında yok olmasını istemedim.

Sergilerden ilki Tomtom Kırmızı sergi alanında, çiçeklerle donatılmış, mis gibi kokan, #erdemxhm ’in harika koleksiyon sergisiydi. Kısa süreliydi, kaçırmadığıma sevindim.

Mekan ve konu bütünlüğü harikaydı. Koleksiyon için dünyaca ünlü yönetmen Baz Luhrmann’ın özel olarak çektiği her zaman bahar mevsimi yaşanan bir kır evinde geçen kısa filmi de ilk olarak burada izlendi. Filmin adı ‘The Secret Life of Flowers’ üstüne tıklayınca siz de izleyebilirsiniz, YouTube linkini koydum.

Koleksiyon tam bana göreydi bayıldım. Çiçekler, çiçekler, çiçekler…

Fiyatlar tabii ki normal bir HM koleksiyonu gibi değildi.

Bir diğer sergi ise son günlerde yobazların basmasıyla gündeme gelen Abdülmecid Efendi Köşkü’ndeki ‘Kapı Çalana Açılır’ sergisiydi. Köşke yapılan saldırıdan sonra sergi daha da ilgi çekti, ki ben yarım saat sıra bekledikten sonra içeri girebildim hafta içi olmasına rağmen. İnsanların böyle sahip çıkması beni çok mutlu etti. Türkiye’den ve dünyadan 24 sanatçının 30 yapıtı harika yerleştirmelerle karşımdaydı.

Küratörlüğünü Melih Fereli ve Károly Aliotti’nin yaptığı sergi adını da şu ayetlerden alıyordu:
“Dileyin, size verilecek; arayın, bulacaksınız; kapıyı çalın, size açılacaktır. Çünkü her dileyen alır, arayan bulur, kapı çalana açılır.”
matta 7:7-8

Sergideki eserlerin bir kısmını daha önceden farklı sergilerde görmüştüm. Fakat köşkteki yerleştirmelerle, diğer eserlerin bütünlüğüne bayıldım.

Kapıdan girer girmez karşımıza çıkan Daphne Wright’ın Kuğu’su insanlar ve hayvanlar arasındaki ilişkiyi inceliyor. Kaçış ve mahkumiyetin kesişim noktasında kalmışlığı simgeliyor. Bu fotoğrafta sanki arkamda biri varmış gibi çıkan eserler de 15. İstanbul Bienali’nin küratörlüğünü üstlenen Elmgreen & Dragset’in ‘Güncel Olaylar’ adlı yapıtları. İki eser birlikte ne misafirin ne de ev sahibinin kendini evindeymiş gibi hissedemeyebileceğini düşündürüyor.

Patricia Piccinini’nin eserlerini 2011  yılında Arter’de yer alan ‘Beni Bağrına Bas’ sergisinde gördüğüm eserlerdi ve sergide en çok ilgiyi bu eserler gördü. Bunlardan biri Gözlemci, diğeri Şüpheci Thomeas ve bir diğeri de Beklenen’di. Fotoğraf çekebilmek için bu eserlerde uzun kuyruklar oluştu.

Paul Carey’nin Bayan Doubtfire’ı, Piccinini’nin Gözlemci’siyle çok uyum sağlamıştı mesela.

Girişte kuğusuna rastladığımız Daphne Wright’ın sırt üstü devrilmiş Aygır’ı, devasa cüssesiyle ceset ve ölüm gibi çağrışımlar yaparken, yukarı dikilmiş bacakları hem zarif bir devinim hem de ızdırabı çağrıştırıyordu ve bu eserler de bulunduğu odalarla adeta bütünleşmişti.

Ron Mueck’in Hırka Altındaki Adam’ı, Jon Rafman’ın Yutan Yutuldu’su,

‘Kapı Çalana Açılır’ bir sergiden daha çok bir tür tanıklık vaad ediyor, aynı zamanda bizi gördüklerimizden bir anlam çıkarmaya teşvik ediyor. 12 Kasım son ziyaret tarihi.

(Bir kısmını farklı sergilerde görmüştüm. Detayları da başka bir postta anlatacağım.) Son olarak da @sakipsabancimuzesi ‘ndeki Ai Weiwei sergisini gezdim. Bu sergiyi de detaylı olarak başka posta sakladım.

Hepsi birbirinden güzeldi. İstanbul’da yaşayıp, kendimize bu güzellikleri yapabildiğimiz için şanslıyız. Siz de bir yerlerden sanata dokunun bence. ☀️

Bir cevap yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.