Lupo’yla birlikte kaybolmuş İtalyan şehri Pera’nın peşinde

Geçtiğimiz hafta çok ilginç bir geziye çıktık. ‘Lupo’nun Seçimi’ kitabının yazarı Çağatay Güney’le Salt Galata’da buluştuk ve 13. yy’da kurulmuş olan, Osmanlı’nın “Frenk Galatası” olmadan önce önemli bir İtalyan kolonisi olan Pera’da İtalyanların Latin atalarından yadigar son kalıntılarını aradık.

pera

Çağatay Bey’yin bize verdiği bilgilere göre; Pera, Yunanca “karşı yaka” anlamına geliyormuş, yani esas şehrin karşısı, kendine ait bir adı yok. Ayrıca bugün bildiğimiz ve Pera olarak adlandırdığımız bölge aslında eski Pera değilmiş. Gerçek Pera, Perşembe Pazarı’ndan başlayarak doğuda Karaköy meydanına, batıda Sokollu Azap Camii’ne, kuzeyde ise Galata Kulesi’ne uzanan bir üçgen şeklindeki bölgeye verilen admış.

Bugün Pera olarak adlandırdığımız Galata Kulesi’nin kuzeyinde kalan bölge de geçmişte boş otlakların, geniş tarla ve malikanelerin olduğu kıraç topraklar iken, Osmanlı zamanında önceden bu bölgeye burada bir saray yaptıran Venedik balyozunun oğlunun bu bölgede yaşaması nedeniyle Beyoğlu adını vermiş.

Biz de bu bölgedeki gezimize Pera’nın izine şehrin ilk başladığı yer olan Yağkapanı’ndan başladık. Yağ kapanı o dönemdeki gümrük bölgelerinden biriymiş. Eskiden şehre gelen tüm gemileri burada durup, yüzde 2’lik vergilerini bu kapıya ödüyorlarmış. Bugün kapıdan kalan taş bina İbrahim Paşa Camii’ne dönüştürülmüş. Yağkapanı kapısının hemen karşısında İstanbul’un o zamanki Venedik mahallesinde de benzer şekilde Balkapanı var. Hemen yanında da şehrin un ithiyacını karşılamak üzere şehre ulaşan tonlarca unun gümrüklendirildiği Unkapanı. Kapanlar gümrükler yani birinde bal, birinde yağ, birinde un var 🙂

kursunlu han

Bugün hırdavatçılar çarşısı haline gelmiş Perşembe Pazarı’nı gezerken hiç farketmediğiniz ya da farketseniz de içine girmediğinizi tahmin ettiğim bir yere girdik: Kurşunlu Han. Yani zamanının adıyla St. Michele Manastırı. Manastır binası Kanuni zamanında Mimar Sinan tarafından elden geçirilerek Rüstem Paşa için hana dönüştürülmüş. Restore edilse harika bir yer olacak olan han, bugün pek de iyi bir durumda değil. Buna çok üzüldük.

Sonra yolumuza devam ederek şehrin surlarından kalan son kalıntıları bulmak üzere batıya Sokullu Camii’ne kadar yürüdük. Azapkapıdan kalan harabeleri ve metro hattı boyunca ayakta kalmış son duvarları bulduk. Çağatay Bey’le ara sokaklara girmişken çok da ilginç bir kafe keşfettik, kendi kümesi ve bahçesinde akar sularıyla Saklı Bahçe Café, bir gün hususi olarak gidip orada bir şeyler içeceğim. 🙂

Surlardan sonra bizim bildiğimiz adıyla Arap Camii’ne, daha doğrusu Aziz Dominikan rahiplerinin yaşadığı Domikan Manastırı’na geldik. Manastır, Pera’nın kuruluşundan Arap Camii olduğu 16. yy’a kadar papalığa yakınlığı ve engizisyonlarıyla bilinen Domikan keşişlerine aitmiş. 16.yy’da Endülüs’ten gelen birçok Arap mülteci bölgeye yerleştirilince, Osmanlı bölgeyi Müslüman mahallesine çevirmek için manastırın aslında 7.yy’da, İstanbul’u kuşatan Araplar tarafından kurulduğu “hikayesini” kurgulayınca, manastır da camiiye çevrilmiş. Bu aslında Fatih’in Peralılara verdiği, dini yerlerinin korunacağı akdine aykırı ama bugün bile tarihçiler doğrusunu bilse de camiinin duvarlarında hala o “hikaye” yazılı.

Arap Camiisi, aynı zamanda tarihi Loggia’nın da başladığı yer. Yani şehrin ana yönetim binalarının olduğu merkez ve meydan da buradaymış. Bugün sadece eski mahkeme, karakol binası, podestanın sarayı ve birkaç han binası ayakta kalmış. Podestanın evinde bugün bir tiyatro ve gösteri merkezi var. Podestanın sarayından kuzeye, Galata kulesine çıkan yokuş oldukça dik. İtalyanca bu tarz sokaklara Kalata adı veriliyor. Kalata iniş demek. Tepeden denize inen yol anlamında. Galata ismi de buradan geliyor. Yolda hala aktif olsa da içeri girilmesine izin verilmeyen St Peter & Paul Kilisesi’nin ancak çatısını ve Pera’nın ilk dizdarı (komutan) Bereketzade Bey’in yaptırdığı mesciti gördükten sonra Galata’da Old Java Cafe’de kahve molası verdik. Çağatay Bey’le sohbetimiz burada devam etti. Lupo’nun macerasının Edirne’den de geçtiğini duyunca kitaba daha da bir içim ısındı.

lupo

Kahvelerimizi içip turumuza devam ettiğimizde, Galata Kulesi’nin orjinal adının İsa’nın Kulesi(Christea Turris) olduğunu öğrendik. 1348’te yapılan kule bodrumuyla birlikte 12 katlıymış. Yerden, çatısının ucuna kadar olan yüksekliği de 69.90 metreymiş. Galata Kulesi’nin altından taa denize kadar inen ve sadece bir kişinin geçebileceği gizli bir dehliz varmış. Ama tünelin girişini bugün Bereketzade Mescidi’nin minaresiyle kapatmışlar.

Galata Kulesi’nden yüksek kaldırımı kesen yan yollardan Lüleli Hendek Sokağı’ndan devam ederek, St. Benoit Lisesi’ne geldik. Burada San Benito varmış, 13. yy’da yapılmış. Fakat şapele giriş yasak. Biz de bahçede dolaşıp, biraz etrafın sessizliğini dinledik. San Benito’nun hemen karşısında İstanbul’daki en eski Ermeni kilisesi olan Surp Krikor Lusaroviç Kilisesi var. 1407’de yapılan bu muhteşem kesme taş binaya da giremedik. Çünkü yasakmış.

Son olarak da eski şehrin en kuzeydoğu ucu olan Tophane Kapısı’na yani İtalyanca ismiyle La Porta di Bombarde’ye geldik. İsminden de anlaşılacağı üzere önceden burada top ve barut üretimi yapılıyormuş. Eskiden bir de burada büyük liman varmış, orayı doldurmuşlar ve artık yok.

Bugün Karaköy meydanı dediğimiz bölgede de Cenovalılar döneminde Yahudi topluluklarının oturdukları gettolar varmış. Burada Kırımlı Karay Yahudileri ve Aşkenazi topluluklarının yoğun olarak yaşadığından Karaköy isminin de bu Karay Yahudi topluluğundan geldiği söyleniyor. Bir diğer iddia ise adının Porta Chiara’dan geldiği. Güneşe bakan anlamında. Bir kaç bina ve surlardan kalan küçük kısım dışında eski Pera’dan Karaköy’de pek iz kalmamış.

Turumuzun bittiği nokta ise Karaköy’de değişime uğramış en ilginç binalardan biri olan Yeraltı Camii’ydi. Eskiden burası bir kaleymiş ve adı Castrum Sanctae Crucis – Aziz Haç Hisarı’ymış. Büyük taş kalenin en önemli özelliği Haliç’i kapatan büyük zincirin bu kalenin mahzenlerinden, tam karşısındaki Sarayburnu’na çekiliyor olmasıymış. Böylelikle Haliç’i saldırganlara kapatıp ve bir iç göl haline getiriyorlarmış. Fatih’in kuşatması sırasında Cenovalılar tarafsız kaldıklarını beyan etseler de zinciri açmamışlar. Zincir de şu anda İstanbul’da birkaç müzede sergileniyormuş.

18. yy’da Arap Camii’nde gördüğümüz hikayenin bir benzeriyle de bu kalenin ayakta kalmış mahzenleri camiiye dönüştürüldü. Kurşunlu Mahzen olmuş Yeraltı Camii. Aslında burada yattığı öne sürülen Amr Aslan fetihten 6 yıl önce ölmüş ve Kahire de gömülüymüş.

Bu keyifli gezi sayesinde tanışma fırsatı bulduğum Çağatay Güney’e çok sevdiğim Pera’nın farklı bir yüzüyle beni tanıştırdığı ve hiç bilmediğim şeyleri eğlenceli bir şekilde anlattığı için çok teşekkür ediyorum. Keşke tarih böyle anlatılsa, herkes severdi 🙂

Şimdi sırada Lupo’nun Seçimi’ni okumak var. Bakalım Lupo’nun İstanbul’a girdiği noktadan, bu bilgilerle kitabı okumak nasıl bir deneyim olacak.:)

 

Bir cevap yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.