Bir adam vardı, adı Pablon. Savruk yılların çizgileri göz çevresinde belirmeye başlamış, bunu belli etmemek için gülümsemeyen, yolda yürürken daima bir eli cebinde, çizgilere bakmadan yürüyen adam.
Aklında milyonlarca tilki gezmesi gerekirken o, gözünün önünden eskiden çok eskiden avuçlarından akıp giden tılsımı düşünüyordu. Saçlarına düşen akları görmemezlikten gelip, yaşlandığını yüzüne vurmadığınız sürece unutan yorgun Pablon.
Pablon bugün günlerden neydi? Ah! Evet Pablon, bugünü sen Çarşamba sanıyorken aslında bugün Cuma. Zaman kavramını yitirdin son günlerde farkında mısın? Gözyaşların artık akmıyor ve günlerdir işe bile gidemiyorsun. En son ne zaman kahvaltı yaptın Pablon? Yoksa sorularımdan mı sıkıldın?
Bir adam vardı, adı Pablon. Uzunca boylu yaşadığı ülkeye göre yakışıklı sayılabilecek biriydi. İyi bir eğitimi, birkaç yabancı dili ve iyi bir kariyeri vardı. Yıllar önce ailesinden kopmuş başka bir şehre taşınmıştı. Bu şehir onun için ilk başta gökkuşağının altında ilkbahar yağmurunu hissetmek, kaldırımın en kenarından yürüyüp en sevdiği şarkıyı mırıldanmak, sihirli bir kutuyu açıp içindeki dilek ciniyle konuşmak kadar büyüleyici gelmişti. Fakat yıllar Pablon gibi, bu şehri de çirkinleştirmişti. Belki de şehir hala tılsımlar altında başka Pablonları kendine çekiyordu, ama artık bu durum Pablon’un umurunda bile değildi. Pablon yorgundu.
Artık yatağından kalkmalı ve dışarı çıkmalısın Pablon, seni bekleyen onca işin varken sen burada geçmişinle yüzleşmek için zaman harcamamalısın. Artık benden hoşlanmadığını düşünüyorum. Eskiden olsa sana söylediğim her şeyi yapardın. Oysa şimdi ikimiz içinde bazı şeylerin değiştiğini düşünüyorum. İstediğin an beni kovabilirsin. Gitmeyi denerim tabii sen bunu istersen. Sence bunu başarabilir misin? Beni yok edip sorularımdan kurtulabilir misin? Ah hayır Pablon, sen bunu yapamazsın. Artık zayıf düştün, kendine yardım edecek gücün dahi kalmadı.
Bir adam vardı, adı Pablon. Penceresinden güneş süzülen bir odada uyurdu. Her zaman dinç kalkan, kahvaltısını yapmadan işine gitmeyen adam. Güçlü, enerjik, başarılı ve şehrin tılsımını boynunda taşıyan. Onun için söylenebilecek çok söz var aslında ama artık eskimiş yıpranmış bir adam var karşımızda.
Sonbaharın kokusu odaya çökmüştü. Sanki bir ayrılık vakti yaşanıyordu evde ama bundan kimsenin haberi yoktu. Evdeki ağır koku, Pablon’un zayıf esmer kedisini bile rahatsız etmiş olmalı ki kedicik sürekli homurdanıyordu. Karnı aç mıydı? Hayır, her koşulda kedisinin yemeğini verebilen biriydi. En nihayetinde hayatında kalan tek canlı oydu. Ah evet, birde solmuş bir bambusu vardı. Kapının hemen solunda duran sehpanın üstündeki zavallı bambu, Pablon’a inat hala tek yaprağında birkaç parça yeşil rengini koruyordu.
Nereye gidiyorsun Pablon? Hava soğuk üstüne bir şeyler giymelisin. İyice kurbağa prenslere döndün. Ama sende her şey gibi bu da ters gitmişti. Bir kadın seni öptü ve sen prensken kurbağa dönüştun. Yazık sana Pablon? Hiç böyle düşünmemiştin değil mi?
Pablon, merdivenlerden hızlıca iniyordu. Eline aldığı ceketini üstüne geçirmeye çalışırken elindeki anahtarları düşürdü. Tam uzanıp alacakken merdivenlere çöktü…
Bu koku da neyin nesi? Hatırlamamalısın, ah hayır Pablon sakın! Sakın yapma bunu, yalvarırım sana yapma!
Pablon ağlıyor musun? Neden bu kadar zayıfsın? Güçlü olmaya çalış Pablon, güçlü olmaya çalış! Hepsi benim hatam bu kokuyu silmeliydim ve hatta seni o görüşmeye götürmemeliydim bile, biliyorum hepsi benim hatam. Tamamen silmeliydim bu kokuyu aklından, tamamen.
Bir adam vardı, adı Pablon. Zamanında âşık olmuş bir adam. İstemeyerek de olsa kendi gitmişti arkasına bakmadan. Olanları hatırlamamak için şeytanla bir anlaşma imzalamıştı. Ama şeytan önemli bir noktayı unutmuştu: ‘Koku’.