“Galat-ı meşhur, lugat-i fasihten evladır.” demişler. Doğru bilinen yanlışlar için söylenen bir deyim bu. Uzun süre kullanılan galat-ı meşhurlar, galat-ı meşru’ya dönüşüyorlar. Genelde eski dilden günümüze gelen kelimelerde bu tür yanlış kullanımlarla karşılaşıyoruz.
Mesela fakir fukara derken, fakir fakirler diyoruz. Fukara zaten fakirin çoğulu. Veya evraklar diyoruz. Aslında evrak zaten çoğul. Varaklar demek. Tabii bunlar artık kullanıla kullanıla meşru hale dönüşmüşler. “Evlat” kelimesinde ise durum biraz farklı. Evet, bu kelime Arapça çoğuldur ama Türkçe tekil.
Şimdi neden bunları yazdığıma gelelim. Geçtiğimiz günlerde kimilerinin bildiği gibi Stockholm’deydim. Stockholm’e gelince herkes “Aman Stockholm Sendromu’na yakalanma”, “Aman intihar etme sakın” gibi uyarılarla karşılaştım. Dünyada intihar oranının en yüksek olduğu yer Stockholm olunca, bir de böyle bir tamlama olunca haliyle ikisi arasında bir bağlantı kuruyor herkes. Ki ben de gidene kadar öyle olduğunu sanıyordum. Ama gel gör ki olay farklıymış.
Stockholm sendromu çok ciddi bir rahatsızlığa verilen bir ad ve Stockholm’de bir banka soygunu sonucu ortaya çıkan durumdan sonra kullanılmaya başlanmış. Olay 23 Ağustos 1973 günü Jan Erik Olsson’un Stockholm’un Normalmstorg semtinde bir banka şubesine girmesiyle yaşanmış. Banka şubesine giren soyguncu, silahını çekip elindeki patlayıcıları da havaya kaldırarak “Hepiniz yere yatın parti başlıyor” diye bağırarak, tavana birkaç el ateş etmiş. Müşterilerin ve bu arada bazı memurların dışarıya kaçmasına göz yuman soyguncu üç banka memuresini esir almış.
Üç dakika sonra banka şubesine ulaşan polislerden, içeri giren ilkini soyguncu vurmuş. Soyguncuyla kurulan iletişim sonucunda Jan Erik Olsson’un istekleri öğrenilmiş. Yarısı İsveç Kronu, yarısı da döviz olmak üzere 3 milyon kron ile, kapının önüne bir sürat arabası getirilmesini talep etmiş. Ayrıca, cezaevindeki arkadaşı Clark Olofsson’un da bankaya getirilmesini istemiş. Paraları teslim aldıktan sonra rehineleri yanına alarak, kapı önüne getirileck sürat arabasıyla banka şubesinden ayrılacaklarını belirtmiş.
Polis bu talepleri karşılamış. Soyguncular da rehinelerden bazılarını bırakmayı önermişler. Ama polis kuşatmayı kaldırmadığı için, rehineler ve soyguncular geceyi bankada geçirmişler. Soyguncu kasaları patlatmış, hatta kuşatmanın kaldırılması için başbakan Olof Palme’yi bile aramış. Palme de bu konu hakkında yardımcı olamayacağını belirtmiş. Olay uzadıkça polisin yanında basının da ilgisini çekmiş ve dakika dakika gelişmeler yayınlanmaya başlanmış. Haber diğer ülkelerin de dikkatini çekmiş. Soyguncu bir gazeteye konuşmuş ve bu haberi okuyan halk da polise kızmaya başlamış.
Polis banka şubesine soyguncularla birlikte rehineleri kilitlemiş. Kilitlenen bölümün tepesine de delik açıp, oradan yemek vermeye başlamış. Soyguncular da buradan gaz verileceğini düşündüklerinden tehditlerini artırmışlar. Bu olay 6 gün sürmüş ve gerçekten gaz verilerek olay sonlandırılmış.
Olay sonunda ise halk polisi suçlarken, bankada bulunan rehineler bile soygunculara acımaya başlamışlar. Ve hatta aralarında para toplayıp soyguncuların savunulmasına yardımcı olmuşlar. Bu olaydan sonra bu gibi bir ruh haline sahip olmak Stockholm Sendromu olarak adlandırılmaya başlamış. Yani bir nevi rehinenin soyguncuya duygusal bir yakınlık duyması olarak da açıklayabiliriz.
CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun da bir Stockholm Sendromu benzetmesi var hepimizin hatırlayacağı gibi, AK Parti’nin seçimde yüzde 50’ye yakın oy almasını Stockholm Sendromu‘na bağlamıştı.
Bir de bu olayın anlatıldığı film var meraklılarına. Al Pacino var başrolünde. 1975 yapımı Köpeklerin Günü.
Yazımı sonlandırırken Muse’un çok sevdiğim şarkısını dinlemenizi öneriyorum 🙂